Ufak tefek, sessiz bir kadın. Feri sönmüş buğulu gözlerinin yumuşak bir ifadesi var. Yanaklarını çevreleyen ve alnını kaplayan çizgiler, kendilerini çölün başıbozuk rüzgarlarına bırakmış, yumuşak kum tanelerinin üst üste bindiği, düzensiz sıra sıra tepeler gibi uzaniyor. Birer birer çektirip, derdinden kurtulduğu dişlerinin boşluğu bile, yuvarlak yanaklarinin içine tamamen göçmesine yetmiyor; uzak geçmişe, “bir dışarı çıksa da yüzünü görsek” dedikleri, ilk gençliğinin güzelliğine belli belirsiz göz kırpıyor.
Yuvarlak çehresini gizlemeyen, ensesinde düğümlediği yemenisinin aralarından, omuzlarına bir çift platin rengi örüğü iniyor. Yemenisinin üstünden yaşmağını hiç eksik etmezken, sıkıntıya gelemediğinden, elbiselerinin hepsinin bağrı açık. Bir elin parmaklarını aşmayacak sayıdaki, hepsi aynı model dikilmiş elbiselerini, ölünceye dek eskitemeyeceğini düşündüğünden, yenisinin diktirilmesi konusundaki önerilere kulak tıkıyor. Bu dünyada gereğinden fazla oyalanmaya niyeti yok gibi. Açıkça, hikayesi, başladığı bu yerde bitsin istiyor.
Yine de hiç boş durmuyor. Bir noktada birleşecekmiş gibi uçlara doğru incelen, kına yakarak sağlık ve güzellik kazandırdığına inandığı küçük, ince, şekilsiz parmakları, kah büyük yusyuvarlak yufkaları siyah sacın üstüne işbilirliğiyle aktarıyor, kah o yufkaları, savaş yıllarının kıtlığını görmüş bir kıymetbilirin özeniyle, bir lokmasını ziyan etmeksizin, suyuna batırdığı yemeğine katık ediyor. O babaanne kokan elleri, hiç eksik olmayan ziyaretçileriyle kahvesini yudumlayıp, gündelik hayattan sohbetler ederken, her birini ayrı bir öykü gibi işlediği, göz nuru iğne oyalarına sabırla hayat veriyor.
Anacım diye diye gönlünü hoş tutan gelininden memnun. Yalnızca ara sıra gezmelere çok daldığında, “elekçi gaası” (sokaklarda gezip elek satan kadınlar) diye söyleniverse de, geçmişteki kocası kapıdan, kendisi bacadan kaçtığı günleri hatırlayıp susuyor.
Günde beş vakit, hiç aksatmıyor. Elleri göğsünde şefkatle kavuşuyor. Ufak bedeni namazın ağır ritmiyle iniyor, kalkıyor. Başını ve gövdesini öne eğerken, başı seccadeye nazikçe değiyor, bedenini ve ruhunu, tüm canlıların varlığını borçlu olduğu, her şeye kadir o sonsuz gücün kollarına inançla bırakırken, sanki onunla bir oluyor. Birkaç saniye sonra tekrar doğrulduğunda, başını yavaşça sağa sola çevirerek, meleklere hafifçe selam veriyor. Onu, bu dünyanın gerçeklerinden çok, hazırlandığı öte alem ilgilendiriyor. Pazarlığında tereddütsüz:”Üç gün yatak, dördüncüsü gün toprak”
Gece olduğunda, gün içinde yorduğu yaşlı bedenini, tahta somyasının üstündeki pamuk yatağına yan yatırıp, ayaklarını ve belini hafifçe büküyor. Kolunu dirseğinden kırarak, çok değerli bir şeyi tutuyormuş gibi sıkıca kapattığı avucunu yanağının altına iliştirirken, dudaklarından dökülüp, gökyüzüne yükselen duasının huzuru odayı kaplıyor:
“Yattım Allah kaldır beni
Rahmetinle daldır beni
Gece gündüz dualarım
İmanınla gönder beni..."